“ABOSKALINA BAK”…

BELLEME

Babaannemin sık kullandığı bir sözdü bu. Rumca olduğunu sandığım “aboskal” kelimesinin halk arasındaki karşılığı: elindeki, önündeki, meşgul olduğun iş demekti.

Zordu hayat bizim oralarda. Ne arazi uygundu teknolojiye, ne makineler işe yarardı yamaçlarda… Bel, kazma, kürek, orak, tırpan… Kullanabildiğimiz teknoloji buydu işte. Üretilenin de hükmü yoktu aslında. Matematiksel olarak daima zarardaydık. Ne yevmiyeyi kurtarıyordu üretilen, ne ziraatın felsefesine uygundu işimiz…

Koca bir tarla bellenecekti sırf kol gücüyle, ya da tırpanla biçilecekti gözün alabildiğine çayır…Bakınca gözün korkar, üşenirsin, yorulursun, bıkarsın; serde gençlikte var, azıcık tembellikte…

Babaannem, Osmanlı kadını; önce yüreklendirir, cesaretlendirir, sonra teşvik ederdi. Ödül de vaat ederdi işin sonunda. Mazeretlerimizi sabırla dinler, bizi çok iyi anladığını da hissettirirdi onaylayarak.

Sonunda her seferinde, “çalışırken aboskalına bak, o zaman üşenmezsin, bıkmazsın” derdi.

Aslında sıradan bir söz değil, bir hayat felsefesiydi babaannemin söylediği…

Kudretinin farkına var, işine odaklan; yapman gereken işin geri kalanını değil, bitirdiğin kısmını gör ve başarını tebrik et, kendinle gurur duy…

Yaşam tarzıydı anlatmak istediği…

İçinde bulunduğun an, senin en değerli anın, önündeki iş, en önemli işin, şu an dinlemekte olduğun, iletişimde bulunduğun kişi, en önemli insan… Her birinin kıymetini bil, özen göster, saygılı ol; çünkü bir kez daha deneme şansın olmayabilir…

“Olumsuz düşünce ve ön yargılara tıka kulaklarını, cesaretini kıracak durumlara da meyletme, inandığın meselene sahip çık, işine sıkı sarıl” diyordu aslında…

“İsteğin dışında gelişen durumlar da küstürmesin seni, bozmasın motivasyonunu; sen işini yap, yapılması gerektiği gibi…” Ne senin belirlemediğin kaderine sitem et, ne ahkâm kes cürmüne bakmadan; sen rolünü oyna yönetmenin istediği kadar…

…..

Eskişehir’de makine mühendisi bir çiftle tanışmıştım. Hava üssünde çalışan entelektüel bir aileydi. Simaları da birbirine benziyordu, kiloları da, hayata bakışları da. Farklı bir yaşam sürüyorlardı birçoklarına göre.

Avrupa’nın birçok ülkesinde değişik süreler yaşamış, bulundukları ülkelerin dilini ve kültürünü, öğrenmeye gayret etmişlerdi… Şen şakrak, eğlenceli bir aile… Uzun süre sohbet ettik; nasıl tanıştıklarından, çocuklarını nasıl büyütüp yetiştirdiklerine birçok konuyu görüştük. Birlikte yazdıkları birkaç kitap gösterdiler, farklı konularda irili ufaklı. Kimi tercüme, kimi ciddi araştırmalar gerektiren kitaplar…

Konuşurken hanımefendinin yüzükleri, iri taşlardan yapılmış kolyeleri dikkatimi çekti. Eşinin de parmağında safir taşlı gümüş bir yüzük duruyordu.

Takılarına baktığımı görünce “biz yaptık “ dedi. “Takı tasarım kursuna gidiyoruz, eşimle birlikte. Bu yıl konumuz bu”…

“Nasıl yani” dedim. “Takılarınız çok güzel, kendinizin yapmış olması da takdire şayan, ancak “bu yıl konumuz bu” ne demek? diye sordum..

İkinci “aboskal” felsefesi ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım…

“Evet” dedi kadın. “Yirmi yıldır uyguluyoruz bunu. Her yıl ocak ayında, kendimize bir konu belirler, bir yılımızı o konuya yoğunlaşarak geçiririz. Adeta o konuya adanırız.. Artık hayatımız o konu üzerine şekillenir, araştırmalar yapar, kurslarına katılır, kitaplarını okur, seminerlerini izler, uygulamasını mutlaka yaparız. Çoğu kez, yıl dolduğunda konunun uzmanı olur, bazen bu konuyla ilgili bir de kitap yazarız…

Bu yıl konumuz takı tasarımıydı, kursa katıldık, taşları ve metalleri inceledik, yerli yabancı kaynaklardan yararlanarak taşların insan sağlığına etkilerini öğrendik; yakında yapılacak sergi için, kendimiz ve dostlarımız için değişik takılar tasarladık.

Yıl bitmek üzereydi ve yeni yılın konusu da belirlenmişti: Osmanlıca…

Müthiş bir yaklaşımdı duyduğum…

Her yıl farklı bir konuya odaklanıp, adanmak…

Her yıl bir konunun uzmanı olmak…

…….

Felsefe nasıl?

Her sene bir konuya adan ve “aboskalına bak”…

içine gönderilmiş

Bir cevap yazın