BUTİK ŞEHİR

bisikletliler
Zamanın birinde Padişah, bir ferman yayınlayıp ülke çapında yetenekli insanları saraya davet etmiş. Tellallar, çığırtkanlar ülkenin dört bir yanına ulaşmış, kulaktan kulağa kısa sürede yayılmış ferman…

Kendince bir üstünlüğü olduğunu düşünenler, yıllarca bir yeteneğini geliştirmek için uğraşan farklı insanlar, sevinçle ve heyecanla dinlemişler bu müstesna duyuruyu. Padişahın ve kalabalık saray hanedanının karşısında hünerlerini sergileyip padişahın övgüsüne mazhar olanlara değişik ödüllerin verileceği bir müsamere ortamı tertiplenmiş. Halkın da hayranlıkla temaşa edebileceği geniş bir seyir alanı hazırlanmış…

Ülkenin her köşesinden binlerce yurttaş başvuruda bulunmuş bu farklı organizasyona. Ciddi bir ön elemeden geçirilen maharetli insanlar, sonunda birkaç yüz kişiye düşürülerek padişahın ve halkın huzuruna çıkartılmış. Günler ve gecelerce süren bu ekinlikte olağanüstü yetenekleri hayranlıkla izlemiş, eğlenmiş seyirciler. Hünerlerini sergileyenler ise tek tek çeşitli hediyelerle ödüllendirilmiş padişah tarafından. Övgüyle ve sitayişle uğurlanmış saraydan. Kimi yüzlerce altınla, kimi geniş arazilerle, kimi cariyelerle, kimi at veya küçüklü büyüklü evler ve mülklerle, hediyelere boğulmuş…

Bu seyirlik eğlencenin son günlerinde, biri çıkmış huzura: “Ben” demiş, “ bulunduğum yere beş adım uzakta tutulan bir iğneye, elimdeki ipi bir ok gibi fırlatıp her seferinde iğne deliğinden geçirebilirim.”…

“Hadi, yap bakalım” deyip, alanın ortasına sürmüşler yetenekli şahsı elinde uzun, beyaz ipiyle. Tam karşısında ve beş adım uzaklıkta ise elinde küçük bir iğneyle birisi durmuş, sarsılmadan titremeden. Adam birkaç dakika konsantre olmuş; dolu dolu nefes alıp, gerilerek hızla fırlatmış elindeki ipi. Büyük bir alkış tufanı altında adam gururla ellerlini kaldırıp kutlamış kendi zaferini. Herkes hayranlıkla izlerken bu şahsı, padişah: “yüz altın verin kendisine ve arkasından yüz sopa vurun” diye emretmiş…

Dona kalmış maharetli adam, sus pus olmuş seyirci… Hikmetini anlayamadıkları bu durumu, cılız bir sesle sormuş hünerli adam. “Padişahım, bağışlayın ama siz ihyalara memursunuz, merhametli ve alicenapsınız. Benden önceki hünerli insanların her birine ikramlarda bulunup övgüyle ve merhametle uğurladınız onları. Bana gelince, daha öncekilerden fazla alkış aldım, tezahürat gördüm. Gördüm ki, siz de ilgi ve hayranlıkla izlediniz.  Ödülün miktarı beni fazlasıyla mutmain etti; ancak cüretimi mazur görün ki, yüz sopayı neden hak ettiğimi merak etmekteyim. Hikmetini bağışlarsanız, dayak yemeye de kovulmaya da razıyım…

Padişah: “ Evlat, dinle o halde” demiş. “ Daha önce gördüklerimin hiç birine benzemiyorsun. Diğerlerinde gördüğümden daha farklı ve çarpıcı bir yeteneğin var. İşini de ciddiyetle ve maharetle kusursuz sergiledin. Bu yüzden yüz altını hak ettin, ancak bu kadar yeteneğin varken ve sana böyle bir göz, böyle bir dikkat ve konsantrasyon, böyle bir hassas kas gücü lutfedilmişken; sen, bütün bu meziyetlerini hiçbir işe yaramayan, boş bir alanda harcamışsın. Söyler misin, bunca zamanını ve yeteneğini harcadığın bu maharetinin, kime ve neye yararı var?  İşte bu yüzden yüz sopayı hak ettin. Şimdi var git, paranı ve zamanını daha faydalı işler için harca. Sana bahşedilen yeteneklerinin kıymetini bil ve kendine, ailene, memleketine ve insanlığa yarar sağlayacak şekilde kullan.”

…..

Bu köşenin yazarı, kendisinin birkaç hususta haksızlığa uğradığını düşünerek, nevrotik bir travma yaşamış ruh haliyle, uzun bir zamandır her şeye negatif gözlükleriyle bakar olduğunu itiraf ediyor.  İtiraf ediyor, baktığı her alanda olumsuz işleri görüp, yorumunu da bu haliyle yapar olduğunu… Esasen tanıyanların ifade ve takdirleri ile bilinir ki; yapıcı, onarıcı, geliştirici ve takdir edici kişiliği vardı bu şahsın. Olumsuzu ve bardağın boş tarafını görür hali, görülmüş hal değildi. Olsa olsa bu nevrotik muhayyilesi yüzünden kırıyor, incitiyor dostlarını…

Gerçekten de, negatif gözlüklerinizi çıkartıp uzaklardan baktığınızda, küçükte bir kıyas imkânı bulduğunuzda; haksızlık yaptığınızı görüyorsunuz bazı hususlarda…

İnegöl halkı kıymetini bilmelidir ki; yufka yürekli, azimli, inançlı, gençliğine ve ilçenin tüm handikaplarına rağmen başarılı, dünya tatlısı bir başkanları var. Ufak tefek eksikleri bir yana, esas görülmesi gereken o dur ki, Alinur AKTAŞ’ın başkanlığı yönetiminde İnegöl, “butik bir şehir” haline gelmiştir. Büyükşehir belediyesinin himayelerini ve coğrafi, siyasi, sosyoekonomik avantajlarını arkasına aldığı halde diğer ilçe belediyelerinin, İnegöl’ün fersah fersah gerisinde kaldığını görmemek, körlük, hatta nankörlük olacaktır…

İlklerin memleketidir İnegöl. İlçelerde açılan ilk fen lisesi, ilk anadolu öğretmen lisesi, Türkiye’nin en büyük eğitim kampüsü… Okulların fiziki ortamı, derslik sayısı, temizlik, disiplin ve huzuru, takdire şayandır. Teknolojik donanımı ve iletişim becerisi ile, kıyas kabul edilemeyecek şekilde öndedir diğerlerinden. Hepsinden önemlisi, eğitim – öğretim adına üst düzey bir farkındalık oluşturulmuştur İnegöl’de. Bunda, İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet BAŞTÜRK’ün,  azim ve gayretleriyle önder olmuş okul müdürlerinin ve inanmış öğretmenlerin büyük payı vardır. İnegöl belediyesi ve hayırseverlerin eğitime bakışı, kaymakamlık ve ilçe dinamiklerinin topyekun sahip çıkması vardır bu üstün başarının arkasında…

Velhasıl dışarıdan bakınca haksızlık yaptığını anlıyor insan. Ancak her şeye rağmen zikredilen olumsuz doğruları da küpe edinmeli bütün muhataplar; zira başka İnegöl yok…

Mükemmel de yoktur zaten; hayat, mükemmele ulaşma çabasından ibaret…

içine gönderilmiş

Bir cevap yazın