“Gerçekten Biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasib ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık.”(İsra, 17/70).
……
Kur’an-ı Kerimde “insanın kâinatın en şerefli mahlûkatı” olduğuna işaret eden bir ayet bulamadım ben…
Yukarıda zikredilen ayet övse de bizi, çok şükür ki, insan denen canlının en yüce varlık olduğunu ifade etmiyor. Çok şükür diyorum, çünkü bu taltif ve ayrıcalığı hak etmiyor benim tanıdığım insan. Ne dini, ne ırkı, ne rengi nedeniyle birbirine üstünlüğü de yok ayrıca. Bu üretilmiş tabir, bu insafsız yaklaşım, tüm kâinata hükmetme, zulmetme, tüm diğer canlıların yaşam alanlarını gasp etme, hayat haklarını fütursuzca ellerinden alma hak ve salahiyeti(!), ukalalığı veriyor insanoğluna. Bu yaklaşım, tarih boyunca, her türlü canlıya ve doğaya taciz/tecavüz etme, (kendi nefsi ve egosunu tatmin adına) kırma, dökme, tüketme ve öldürmeyi meşru gösteriyor zat-ı şahanelerine(!)… Yüz yıllardır, ağacı kesiyor, hayvanı öldürüyor, tabiatı kirletiyor, kan akıtıyor, şiddetin ve vahşetin en alasını yapıyor, akla hayale gelmez sapıklık içerisinde deveran oluyor insanoğlu. Elan şahit olduklarımızı da koyun alt alta ve kendinizi (kendimizi) de test edin de söyleyin Allah aşkına, “kim bu kainatın en şerefli mahluku”….
İnsanın varlık olarak Ahsen-i Takvim üzere yaratıldığı doğrudur; gerçekten kusursuz bir yaradılışla şereflenmiştir insan. Rabbimizin, “Beka” ve “Halik” sıfatları dışında, tüm sıfatlarının bir numunesi vucud bulmuştur insanda; bu yüzden farklıdır evet… Akıl ve irade vermiştir, zekâ ve muhayyile vermiştir ne güzel, lakin Adem babasından beri, hep kötüye kullanmıştır bütün bunları…
Gün geçmiyor ki, bir hayvana, bir canlıya, hemcinsine, kendisinden aciz, güçsüz, mazlum birine zulmeden insan hikâyesi duymayalım. Gün geçmiyor ki, bireysel ya da topluca vahşetiyle şaşırtmasın bizi… Yahu birine yapamasa, kendine zulmeder, nefsine hıyanet eder insan…
Tuhaftır insan, bencildir, menfaatçidir, zalimdir, huysuzdur, ahlaksızdır, merhametsizdir; hinoğlu hindir vesselam…
Günahsızları tenzih edeyim yalnızca, enbiyayı, sahabeyi, şühedayı, evliyayı, nefsinin tüm arzularını ayakları altına almış isimsiz dervişleri… Hadi birkaç sofiyi, meczubu, (hiç olmazsa)mulhime makamına ulaşmış zahidleri, günahsız sebileri çıkartayım listeden. Hadi birkaç şeytana uymuşu, kazaya kalmışı, sehven yapmışı, nadimi, azm-i cezm-i kast üzere birkaç tövbekârı da siz çıkartın da, tekrar sayalım gelmiş geçmiş kaç milyarın, kaç milyarı “eşref-i mahlukat”….
Bunca girizgahı, iki anektod için yazdım açık söyleyeyim…
İnegöl’ümüzün çok naif ve (hak etmediğimiz kadar) kibar bir belediye başkanı var, Alper Taban… Bu temiz seciye ve halet-i ruhiye; hizmet odaklı, hoşgörülü ve merhametli bir yönetim anlayışına dönüşmüş durumda. Özellikle temizlik ve düzen hususunda, şehrin kültürel ve topyekûn değişimine adamış kendisini. Sabırla ve ısrarla, bu değişim için (neredeyse tek başına) mücadele veriyor, bıkmadan usanmadan… Her türlü sabotajı, ihmali, vurdumduymazlığı, sosyal medya hesaplarından ifşa ediyor, olması gerekene uyarı yapıyor nazik bir dille. Kimi zaman sokağa fütursuzca atılmış izmaritleri kendi eliyle topluyor, kimi zaman parçalanmış, tahrip edilmiş bir kamu malını gösterip, üzüntüsünü beyan ediyor mahzunca… Bütün bunlarla birlikte, pandemi belasına düçar olduğumuzdan beri, vatandaşın sorumsuzluklarına, aymazlığına her zamanki beyefendi tavrıyla uyarıda bulunuyor nazikçe. (Hoş, Cumhurbaşkanımızdan Sağlık ve İçişleri bakanlarımızdan başlayıp, bu hususta mükellefiyeti ve sorumluluğu bulunan valilerimiz, kaymakamlarımız, tüm gönüllü veya muvazzaf kamu görevlilerimiz, aynı nezaket ve hassasiyet içerisindeyiz ya) Bir arpa boyunu geçmiş değiliz maalesef…
“Nato kafa, nato mermer” hesabı, maske yine çenede, izmaritler yine yerlerde, çocuk parkları, banklar yine kırılmış, parçalanmış, yakılmış, balgamı da, çöpü de uluorta sokakta… Eşref-i mahlûkatımız cürmüyle, cirmiyle sokakta…
…
İkinci hikâye daha vahim ve ağzımı bozmadan anlatılacak gibi değil…
Cumartesi pazarı, uzun zamandır cuma günleri kuruluyordu malum. Bu vesileyle müdürlüğümüze bağlı spor salonumuzun bahçesi, pazara gelen vatandaşlar için otopark olarak kullanıma açılıyor çoğunlukla. Yoğunluk ve keşmekeş, gün boyu devam ediyor bu nedenle. Sabah erken gelen pazarcı arabaları, traktör ve kamyonetler ise erkenden doluşuyor, köşe bucak dolduruyorlar alanı. Öyle ki, kurum çalışanları, araçlarına yer bulamıyor çoğu zaman. Bütün bu olan bitene alışığız; pazarcı esnafının meyve kasalarını, sebze artıklarını, kâğıt kutularını, branda ve diğer malzemelerini bahçemize atmasına da aşinayız evvelinden amma, geçen haftaki yaşadığımız hadise bu yazıyı yazdırdı bana işte…
Traktörüyle geliyor köylü pazarcımız. Bayrak direğinin önüne park ediyor, stop edip iniyor aracından. Açıyor fermuarını, uzun uzun hacetini görüyor iki teker arasında. Gündüz vakti, uluorta, herkesin içinde, utanmadan, sıkılmadan…
Hizmetli personelimiz görüyor, seslenip uyarıyor adamı; pişkinlikle, aymazlıkla “pantolonuma mı yapaydım” diye azarlıyor bizimkisini bu mahlûkat…
Şaşırtıcı olan, bu canlının iki ayaklı olması, araç kullanabiliyor olması ve hatta insan olması… Akşamında aracını alıp gidebilmesi, gün boyu ticaret yapabiliyor olması, bir beyninin, iradesinin ve muhtemelen zekâsının olduğunu da gösteriyor…
“Eşref-i mahlûkat” ha, peh… Çok şükür, ayet değil bu…
Ezcümle…
Maskeyi, mesafeyi, coviti filan geçtim de; bu arkadaştan aldığınız marulları, birkaç saat dezenfektana yatırın derim ben…
Yusuf Şevki YÜCEL
(yedimartikibinyirmibir)