BABASULTAN…
Es-selatu hayrun min’en nevmmm!… Yanık yanık okuyordu molla… İçimden tekrar ettim manasıyla beraber, “namaz, uykudan daha hayırlıdır”… Ezana nazire horoz sesleri, alaca bir karanlık, sıcak somun kokusu, çorap boyunu geçmiş kar üstüne, aheste, nazlı yağan kar üzre girdim köye…
Köy dediysem, sıradan bir köy de değil hani. Otuz dört hane, birçoğu eski değirmen yolu boyunca sıralanmış, kimi bitişik, kimi koca avlulu, kerpiç ya da ahşap evler… Kaldırım taşlı yolların kenarlarında odun yüklü merkepler, kimi beyaz, kimi zifiri siyah küheylanlar. Otuz dört hane ve yüz elli nüfus, çoğu kadın ve çocuk ve bir hayli de kocamış ihtiyar… Kimi atlas, kimi bürüncük kimi çiçekli basmadan şalvarlarıyla kadınlar.. Başlarında çintemani desenli, oyalı çevresiyle, ayağında kalın çorabı ve başmağıyla güğümlerle su taşıyan nazende kızlar. Pür neşe, pür telaşe kimi rençberlikle, kimi ticaretle, kimi zanaatle iştigal eden münzevi ve mütedeyyin insanlar… Köy ve böyle mütevazi bir köy işte…
Ezan bittiğinde neredeyse cami avlusuna ulaşmıştım. Birkaç çocuk, avluda ulu çınarın etrafında koşuşturup şakalaşarak aldılar abdestlerini, aslan ağzı pınardan.. Dalfeslerini fırlattılar birbirlerine, gülüştüler ve hızla girdiler tekke tarafından… Amamesi başında bir ihtiyar belirdi elinde feneriyle… Ağır ağır yürüdü; yeşil bir çuha giyinmiş, üstüne kızıl cepkeni, üstüne abasını sarınmıştı sıkıca… Selam verdi belli belirsiz, bakmadı yüzüme yanımdan geçerken. Çarıkları cürümünden daha büyük iz bıraktı önümsıra… Cami avlusuna yakındı hamam, telâşeyle çıktı birkaç genç. Hızlı adımlarla yürüdüler… Bacası tütüyordu çoğu evin, meşe odunuyla kemre kokusu nüfuz ediyordu havasına köyün…İ negöl’e bakan yamacında oturdum cami avlusunun… İçime çektim, kokladım, gözlerimi kapayıp sessizliği dinledim bir vakit. Tarifsiz bir huzur kapladı içimi, bölük bölük inen seyyahun meleklerinin kanat seslerini duydum…
Uğultuya benzer bir gürültüyle irkildim ya, gelmişti beklediğim. Keşişdağından sökün edip gelmişti, her sabah geldiği gibi. Geyikleriyle birlikte… Arkamı döndüğümde sekiz on geyik gördüm, incecik bacaklarıyla koşarak gelip sıralandılar pınar başına. Kimi beyaz lekeli, kimi tümüyle kahverengi, ala geyikler… Porsuk ağacı vardı hemen arkalarında, meyveleri üzerindeydi hala… Aniden durup kulaklarını diktiler, bir emir bekler gibi. En önde, iri yapılı, vecahetli bakışları, onlarca çatallı boynuzuyla duran onunki siydi belli ki… Bir çırpıda inmişti üzerinden ve çoktan kollarını sıvayıp abdeste başlamıştı bile. Tekkeden onlarca mürit koşuşturdu üstlerinde hayderileriyle, başlarında fesleriyle… sesleri duyan geldi, el pençe divan durup sıralandılar. Başları önlerine eğik, beklediler… Yetmiş yaşın üzerindeydi gördüğüm. Börkünü çıkarıp taşın üstüne koymuş, kalın yün çoraplarını da yanına… Sadağını, yayını diğer kenara istiflemişti ve çömelmişti gürültüyle akan pınarın başına, abdest almaktaydı hararetle… Ufak tefek sayılırdı, zayıfça ama güçlü kollarından duman çıkıyordu, yıkadıkça.. Etraftan duyulacak sesle dualar okuyarak, avuçlarına alıp alıp yıkadı sakallarını. Çabucak giyindi; bindallısını sıyırdı ilikledi, kuşağını çözüp tekrar doladı beline sıkıca.. Mütebessim bir yüzü vardı, beyaz dişlerini göstererek gülümsedi. Manevi bır ışık yaydı etrafına ki, herkes gördü bunu… Tek tek musafaha yaptı her bir müridiyle… O önde diğerleri arkasında hızlıca girdiler ana kapısından camiye… Seğirttim arkalarından, usulca iliştim, en arka safta yer tuttum… Birkaç mangal vardı, içerisinde harlanmış közler… Hayli sıcaktı doğrusu… Ta’dil-i erkânıyla, makamıyla dakikalarca okudu zamm-ı surelerini, yaşından beklenmedik çeviklikle tamamladı rükünleri ve nihayet selam verdiğinde aydınlanmaktaydı tan yeri…
Tespih ve uzunca bir duanın ardından, “rabıta-i şeriiif” dedi.. Kapandı gözler, kalbe eğildi başlar ve huzur… Aktı da aktı, çıt yoktu cemaatte… Günler, aylar geçti sanki, nefes almadı kimse… Ölümü düşündü, kâinatı düşündü, Allah’ı düşündü, birliğine varlığına teslim oldu, Azametine Kudretine şahit oldu, tefekkür etti herkes… Ta ki, “ALLAH!” diyerek naif bir feryatla bitirdi bu muhteşem ve muhtasar buluşmayı…
Kimi “Ulvi Baba”, kimi “Hasan Baba”, kimi “Geyikli Baba”, kimi “Baba Sultan” diye hitap ederek öptü elini eteğini, saygı ve hürmetle uğrun uğrun çekilip çıktılar… Müritleri kaldı, içlerinde Kütahya tarafından saltanatını, tahtını, tacını bırakıp fena fiş-şeyh olan Germiyanoğlu bir bey ve birkaç ta ihtiyar… Ben de vardım ya, hiç birinin umurunda değildim doğrusu… Halka oluşturdular etrafında, Mushaflarını çıkartıp, öne arkaya salınarak, derslerini okudular sırasıyla… Kâh uyukladı kâh uyardı ve fakat tek tek dinledi hepsini… Uzun uzun izah etti her kelimenin manasını, “birinci, ikinci üçüncü mana” deyip yeni ufuklar açtı etraflıca… Çeşitli menkıbeler anlattı sonunda; pür dikkat dinledik, neşeyle hayranlıkla… Azerbeycan’dan gelişini, tarikine intisap ettiği Bağdatlı Şeyh Ebul Vefa’yı, ilim meclisinden ihya olduğu baba İlyas Horasani’yi anlattı, Kadim dostu ve müridi Turgutalp’in kahramanlıklarını, müritleriyle birlikte Kızılkilise’yi nasıl cenk edip aldıklarını, Bursa’nın fethinde geyikleriyle beraber tez kavuşup nasıl kılıç salladığını anlattı riyasız… Sultan Orhan Gazi’ye hediye edip bey konağının bahçesine diktiği ulu çınarı anlattı… “Bu hatıramız burada kaldığı müddetçe, dervişlerin duası senin ve neslinin üzerindedir. Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak, evlatların İslam dinine çok hizmet edecekler, biiznillah” deyip dua ettiğini anlattı.. “Elem tere keyfe… diye kıraatiyle okudu önce, sonra tercüme eyledi ayeti… “Görmüyor musun Allah nasıl örnek verdi? Hoş bir söz, bakımlı bir ağaç gibidir. Onun kökü sabittir. Ve onun dalları göktedir.”….
Bir süre sustu Geyikli Baba… Zaman sonra Sultan Orhan’ın kendisini ziyaret edip “Dervîş, bu İnegöl nevâhîsiyle senüñ olsun!” dediğini, fakat kendisinin : “Mülk, mal Hakk’uñdur, ehline virür, biz anuñ ehli degülüz!” diyerek bu teklifi usulüne uygun reddettiğini, Orhan : “Ehli kimdür?” deyince de : “Hakk Te’âlâ dünya mülkini sizüñ gibi hânlara ısmarladı, malı dahı mu’âmele ehline ısmarladı kim, kulları biri-biriyle mesâlihin (işlerini) görsünler diyu. Bizlere gün yeñi, nasîb olan rızk dahı yeñi!..” cevâbını verdiğini anlattı.. Orhan Gâzî teklifinde ısrâr edip: “Dervîş! N’ola benüm de sözümi kabûl itseñ?” deyince, ricâsını kırmayarak: “Şu karşuda turan depecükden berü yircügez dervîşlerüñ havlısı olsun!” dediğini, duayla sitayişle uğurladığını anlattı dalgın dalgın…
Kaldırdı başını, sağda mezarlığa bakan pencereden dışarı baktı, kar tanelerinin usul usul inişlerini izledi. Döndü, kuzey duvarının önünde yer alan ve dört ahşap dikme üzerinde oturmakta olan fevkanî ahşap mahfile, güney duvarının ekseninde yarım daire planlı mihraba, ahşap minbere baktı. Taksimatlı kündekârî panolarını, korkuluklarındaki geometrik şebekelerini inceledi. Aynalı tonozların örttüğü, dikdörtgen planlı son cemaat yerinin tuğla örgülü sivri kemerlerine, harimin kuzey duvarına bağlanan pâyelerde iki sıra tuğla ve iki sıra kaba yontulu küfeki taşından oluşan almaşık örgü işçiliğine, kirpi saçakla son bulan kalkan duvarının eksenlerinde gizli, derenin suyunu dışarı akıtan iki çörteni izledi.
Harim duvarları, kaba yontuya yakın moloz küfeki taşı ile örülmüştü. Kuzey duvarının eksenindeki yuvarlak kemerli kapının yanlarında, yuvarlak kemerli iki pencere vardı. Güney duvarın yanlarına altlı üstlü, ikişer pencere yerleştirilmişti. Alt sıradakiler dikdörtgen açıklıklı, söveli ve demir parmaklıklı, tuğla örgülü sivri hafifletme kemerleriyle taçlandırılmıştı. Alçı revzenlerle donatılmış olan tepe pencereleri ise, yine tuğla örgülü, sivri kemerlere sahipti…
Uzun uzun inceledi… Demir parmaklıklı pencereden aydınlanmakta olan güne ve daha ötesine baktı… İçini çekti, yutkundu…
“Evlatlarım” dedi kaldırdı başını, tekmili birden, yüzüne baktılar… “Bu diyar” dedi, “çok zor kazanıldı, bilirsiniz. Gazi Ertuğrul, Osman, Orhan türlü hile ve desiselerle mücadele ettiler, ihanete uğradılar, lakin her daim muzaffer oldular. Zira yüce Allah hep onlarla beraberdi. Allah’ın veli kulları ise, kimi zahiri, kimi batıni alemden gavs-u gıyas oldu hallerine… İmdi dua vaktidir, yakarma vaktidir… Babayiğit Alplerimiz, yalın kılıç cenk ederken er meydanlarında, bize imdat düşer, bize dua ve yakarış düşer, muhtaç hallerinde muhafız melaikle birlik olup yetişmek düşer… Bu soy kutlu soydur, bilesiniz… Övülmüş beyler töreyecek bu soydan ve her daim küffara galip gelecek biiznillah… Bizse sağlığımızda, maneviyatımızla, irtihalimizde ruhaniyetimizle ilelebet onlarla birlik olacağız inşallah… Ta ki, sırat-ı müstakim den ayrılmasınlar, hak ve adalet üzere olsunlar”….
Tekrar sustu, bakındı etrafına, beyaz sakallarını sağ eliyle topladı, kaldırdı diğer elini de… Avuçları yüzüne dönüktü; baktı eğri parmaklarına, nasırlı yaralı avuçlarına… Birkaç gümüş yüzük vardı parmaklarında, onları süzdü ve “amin” dedi. Herkes kaldırdı ellerini semaya, “amin” dedik hep bir ağızdan…. “Allahumme selli ala seyyidina….” devam etti… Tek tek süzdü cemaatini, ve nihayet bana baktı… Göz göze geldik, belki de gönül gönüle, bilemedim… Öylece kalakaldım işte, hayranlıkla minnetle, huzurla, arzuyla bakakaldım…
Neden sonra omzumda bir el hissettim, irkildim. “Çayınız” dedi cılız bir ses, “soğudu, değiştireyim isterseniz”… Döndüm, yüzüne baktım, gençten bir delikanlıydı; cevap vermedim ya, tekrar döndüğümde kimsecikler kalmamıştı o alemden…
Kar vardı hafiften, hamam vardı, Babasultan camisi vardı, Geyikli baba türbesi vardı evet… Koca çınar vardı, önünde gürül gürül akan pınar vardı, arkasında selviler, porsuk ağacı, kestane ceviz ağaçları vardı evet… Küçük bir hendek vardı, oturduğum kahvenin önünden akıp giden… Bir kasap, bir manav ve etrafta sıralı dükkânlar vardı, aşağıya doğru bahçeli evler, uzaklarda silüetiyle hayal meyal İnegöl ovası vardı…
Ah, hep böyle oluyordu işte… Ne zaman gelsem, sanki geyik ordusuyla sökün edip Keşiş (Ulu) dağından palas pandıras gelecekmiş gibi Geyikli baba… Sanki hep o civarda ulular… Üçler, yediler, kırklar, dost meclisinde halvette, zikr-i hafideler her daim. Sanki hep o tekke kapısından ihvan gelecek ellerinde lokmalarla, ikram ve izzette bulunacak… İnegöl fatihi Turgutalp’in dehşetli narasını, duyarım birkaç köy uzaktan sanki …
Ah bu köye her gelişimde ayrı bir manevi iklim sarar beni rayihasıyla, hoşluğuyla. Baba Sultan ve dervişleri kucaklar beni ruhaniyetiyle…
“Dalmışsın ağabey” dedi çocuk tekrar…
“Evet” dedim, “çay getir sen”….