Cuma selâsı bitmek üzereydi, yanık yanık okuyordu müezzin. Saatine baktı “hmm cuma bugün” dedi kendi kendine. Öyle çok dikkatli değildi namaz konusunda ya, içini de kemirirdi bu gevşekliği. “Allah affetsin” dedi mırıldanarak, “çok ihmalimiz var…” Naif bir insandı, merhameti, şefkati, beyaz ve masum yüzüne sirayet etmiş bir saflığı vardı. Dürüst, namuslu, haysiyetli bilinirdi çevresinde. Utangaçtı, alacağına mahcup, vereceğine ezikti her daim. Küçücük saatçi dükkânını besmeleyle açardı gün ağardığında; dualarla kapatırdı güneş batmadan. Sıradan bir hayatı vardı. Okul çağında iki kızı, bir de yetişkin oğlu vardı haylaz… Evi yakınlardaydı ve öğlen saatinde ihmal etmez, sefer tasıyla sıcak yemekler getirirdi hanımı. Sıcacık gülümsemesiyle, alelacele uğrar elindekileri bırakır, hürmetle hal hatırını sorar, kuğu gibi süzülür giderdi aynı reveranslarla. O geldiğinde kimyası değişirdi saatçi Hasan’ın; öyle aşık, öyle hayran bakardı yüzüne; uhrevi bir alem görürdü siluetinde. “Otur, kal biraz, bir çay söyleyeyim, az konuş dinleyeyim” diye sıralardı çabuk çabuk. Lakin kalmazdı; meşgul etmez, geldiği gibi çıkardı usulca. Ardından merhametle, sevgiyle bakar, sokağın başına kadar gözüyle ve ruhuyla takip ederdi gidişlerini…
Cumaydı bu gün ve cumaları namazdan sonra, elinde küçük sepeti, üstünde feracesiyle sessiz sedasız gelirdi hanımı. Sessiz sedasız gelirdi, sade, dupduru haliyle. Saatçi Hasan, gün boyu defalarca onu düşünür, defalarca şükrederdi onu kendine yazan rabbine…
Tamir etmeye çalıştığı serkisoffu bıraktı elinden, saatini, gözlüğünü tezgâhın üstüne koydu usulca. Sağı solu toparladı, duvarda asılı onlarca saatin ritmik vuran seslerini dinledi, hepsini tek tek inceledi. Durmuş, geri kalmış birkaçını indirdi, tekrar kurdu, ayarladı hepsini. Birkaçının yerini değiştirdi, birkaçının tozunu aldı. Evlat gibi sevdi hepsini…
“Ne bilirdik vakti, saat olmasa; saatse bir hiç, zemberek olmasa” dedi mırıldanarak. Güldü söylediğine, “vakti-saati, günü, geceyi, güneşi, ayı yaradana şükür” dedi…
Öyle dalıp gitmiş, oyalanmıştı ki, ezan sesiyle irkildi. Alelacele önlüğünü çıkardı, kollarını sıyırdı, hızla dükkânı kapayıp koştu. Cami avlusunda sayılırdı dükkânı; şadırvana doğru seğirtti. Telaşeyle abdest almaktaydı birçok kişi, o da katıldı aralarına. Hızlıca aldı abdestini, ana kapıdan sokuldu; arkalarda yer buldu kendisine…
Cami oldukça kalabalıktı. Çoktandır böylesini görmemişti Hasan. Vaaz kürsüsüne baktığında anladı kalabalığın sebebini. Kürsüde, ak sakallı nurani bir zat vardı, ismini çokça duyduğu. Meşhur âlimlerden biriydi yani, keramet sahibi, Allah dostu bir gavs olduğunu işitmişti. Öyle ihtişamlı duruyordu ki, etkilenmemek mümkün değildi. Tok sesiyle tüm kalabalığı büyülemiş gibiydi. Saatlerdir hayranlıkla dinliyormuş kalabalık, oysa o son cümlelerine yetişmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinden tevatürle, bir menkıbe anlatıyordu. Son cümleleriyle birlikte, “Zaman içinde zaman vardır” dediğini duydu Hasan. Gülümsedi, müstehzi bir hal ile “laf ola beri gele” diyerek mırıldandı. “Bunca yıllık saatçi Hasan’ım, ne duydum, ne gördüm; nesine inanayım şimdi” dedi içinden…
Entarisinin kollarını düzeltirken kürsüye döndü ve göz göze geldiler bir an. Öyle farklı baktı ki alim zat, nüfuz etti ki bakışları; yüreğine aktı adeta. Sarsıldı Hasan. Koca camide ikisi vardı sanki, ne yana dönse o gözler vardı ok gibi; nazarı vardı. Öyle kalakaldı bir süre, ayıramadı gözlerini…. Bakışlarıyla defalarca soruyordu zat : “inanmıyor musun?”…
Silkelendi, titredi, birkaç kez hapşurdu arka arkaya.
……..
Kendine geldiğinde bir deniz kenarındaydı… Ayak tabanlarını okşayan dalgaları hissediyor halde, sırt üstü yattığını fark etti. Gökyüzüne baktı, berrak, tertemizdi. Güneş, yeni yeni yükselmekteydi. Sıcak bir meltem yaladı ıslak vücudunu…
Havlu ve bir çift terlik vardı yanıbaşında. Bakındı, kimsecikler yoktu ortalıkta. Önünde uçsuz bucaksız bir deniz, sağında ve solunda kilometrelerce uzayan bir kumsal vardı. Yavaşça doğruldu, “neler oluyor?” dedi, anlam veremedi duruma. Etrafına bakınarak ayağa kalktı. Tam arkasında sahile yakın evler vardı, çocuk sesleri ve birkaç köpek havlaması duyuluyordu uzaktan. Öylece dikildi, anlamsız baktı etrafına. Burası neresiydi, kendisi kimdi, tümüyle bom boş bir hafızayla bakındı. Rüya desen değil, hayal desen değildi ya, neydi bu hal… Bir süre kaldı öyle, ne yapacağını bilemedi. Ruhunda bir dinginlik vardı fakat, manasız bir boşluktaydı. Hiç bir şey bilmez, anlamaz haldeydi dimağı…
Neden sonra el ele tutuşmuş iki çocuğun koşarak ona doğru geldiğini gördü. “Baba, baba diye bağırıp, gülüşerek geliyorlardı üzerine doğru…” Heykel gibi bekledi öylece, cevap veremedi. Kimdi bunlar ve kime koşuyorlardı…
Bir çırpıda geliverdi çocuklar ve bacaklarına sarıldılar, elini kolunu öptüler hararetle… İki kıvırcık, iki sarı saçlı, masmavi cam gibi gözleriyle, birbirinin aynı iki kız çocuğu… Hasan şoktaydı, anlam veremedi neler olduğuna, bir türlü ağzını açıp cümle kuramadı. Eğildi, kucakladı ikisini de; öptü, kokladı sadece… “Hadi baba” dedi birisi, annem kahvaltıya bekliyor. Yüzlerine baktı, ikiz olmalıydılar. “Ağız, burun.. aynı ben” dedi içinden. “Ne güzel kokuyorlar” dedi, “bu bildiğim koku, fakat nasıl olur?, anne kim?, bunlar kim?”, neden hiçbir şey hatırlamıyorum?… Hiçbir şey yoktu hafızasında…
Biri sağ, diğeri sol eline geçti, çekiştirmeye başlayıp yürüdüler. Hoplaya zıplaya, eşlik ettiler Hasan’ın yürüyüşüne…
Sıradan bir köy eviydi, önüne geldikleri ev. Bahçe kapısını açtı çocuklar, kaldırımdan koşuşturup girdiler, çığlık çığlığa. Annelerinin elinden kapıp kapıp taşıdılar tabakları, çatalları ne varsa…
Hasan dikildi bahçe girişinde bakındı, bakındı… Sahile bakan bir çardak vardı ve mutfaktan çıkılıyordu balkonumsu yere. Büyükçe bir masa üzerinde, mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Ahşap sandalyelerin, fiyonklu, çiçekli minderleri vardı. Solda eski bir kanepe, bolca minder ve yerde eski bir kilim seriliydi. Çardağın sağından ve solundan yükselen bir çift hanımeli, teneke saksılarda rengârenk çiçekler, papatyadan karanfiline, kasımpatıdan şakayıklara, akşamsefası, beyaz- kırmızı- mavi ortancalardan, begonyalara, gülistan gibiydi her yer. Bir saksıda süs biberi, bir koca saksıda fesleğen… Muhafazalı bir bahçe içerisindeydi ev. Rengârenk boyanmıştı ve belli ki, bir sanatçı eli değmiş, bir ressam gözüyle irdelenmişti her şey. Sol tarafta küçük bir kümes vardı, birkaç tavuk eşeleniyor ve bir çil horoz, miskin miskin dolanıyordu peşlerinde. İki yavru kedi, incitmeden oynaşıyordu birbiriyle, kapı eşiğinde… Evin sağında itina ile sıralanmış, patlıcan, biber, domates fideleri vardı; sırıklara sarılı fasulyeler, yeni yeni olgunlaşmaktaydı. Zeytinyağında bir kızartma kokusu yayılıyordu etrafa…
Tek tek inceledi her şeyi, lakin hiçbir emare yoktu zihninde, gördüklerine dair… Korktu, kaygılandı, tuhaf bir his kapladı içini… Farklı bir huzur vardı burada, mutlu bir yuva olduğu belliydi lakin, kendisi kimdi?, bu evin neyiydi?, hiçbir fikri yoktu…
Birden kadın belirdi evin kapısında; elinde tabaklar vardı, üstünde çiçekli boydan bir elbise. Ensesinde düğümlediği eşarbının kenarlarından, sarı saçları gözüküyordu ve ışıl ışıl bakıyordu, zeytin siyahı gözleriyle. Gülerek bakıyordu ya, bembeyaz dişleri, yanık tenine ve zayıf suratına ne çok yakışıyordu. İçi ısındı Hasanın, tanıdık geldi sanki. Öyle hayran hayran bakarken Hasan, seslendi kadın: “ gel hayatım, neye daldın öyle” dedi ve elindekileri bırakıp tekrar mutfağa geçti telaşeyle…
Hasan “yok bişey” diye cevapladı, belli belirsiz. Yürüdü, köşesine ilişti masanın. “Hay Allah” dedi içinden. “Belli ki, ben bu kadının kocasıyım, şu ikizler de çocuklarım… Başkası var mı, burası neresi, vazifem ne, ben kimim, yaşım kaç?”…. Sualler kafasında büyüdü, büyüdü… Ta ki, cıvıl cıvıl halleriyle ikizler, sağına soluna sokulup sarılmaya başlayıncaya kadar sürdü bu… Hızlı hızlı bir şeyler söylüyorlardı yüzüne bakarak; biri diğerinin sözünü kesiyor, diğeri hararetle sil baştan anlatıyordu yanaklarını elleyerek. Hasan tarifsiz bir zevkle dinliyor, onlara, şefkatle, merhametle sarmalıyor, nemli gözlerle bakıyor, bir birine, bir diğerine dönüp gülümsüyordu.. Birkaç dakika böylece halleştiler ve Hasan tek kelam edemedi…
Neden sonra, kadın geldi sıcacık ruh haliyle. Çayları doldurup oturdu karşısına. Hayranlıkla bakıyordu kendisine; bunu fark etti lakin, göz göze gelmekten korktu; bir süre daha şakalaştı çocuklarla… “Hadi artık başlayın bakalım, babanızı rahat bırakın” dedi kadın, naif sesiyle. “Sende başlayıver hayatım, yumurtan soğumasın” dedi, kendi eliyle pişirdiği sıcacık ekmeği bölüp uzattı. İlk defa göz göze geldiler…
“Nasıl güzel ya Rabbim, nasıl sevimli ve sıcak” dedi. “Bu kadın benim eşim ha, yıllardır hem de”, dedi içinden. Öyle dalgın baktı gözlerine…
Kadın şaşkındı. “Serhat, aşkım, hayatım; sende bir hal var bu gün, bir garipsin sabahtan beri.” dedi. “Sabah erken çıkmışsın, sahile gitmişsin. Fakat döndüğünden beri tuhaf davranıyorsun. Donuksun, soğuksun, dalgınsın, ilk defa görüyor gibi bakıyorsun her şeye. Bir şey mi oldu, anlat hele.”…
Başını önüne eğdi Hasan, “Serhat’mışım…eyvah” dedi içinden. İç çekerek, “Yok bişey” dedi. “Halsizim biraz, uyumuşum sahilde dalgınlığım ondandır belki”…
Sofradaki her şey çok lezzetliydi, her birinden yedi iştahla… İkizleri yedirdi elleriyle; gülüştüler, şakalaştılar, saatlerce kaldılar masa başında…
Gün boyu bahçeyle ilgilendi, odaları gezdi, iyi bir ressam ve şair olduğunu öğrendi; tablolarına, şiirlerine baktı tek tek. Tarihleri, imzaları inceledi. Çok şey buldu geçmişe dair, hiç birini hatırlamadığı çok şey…
Bazısı dağlarda, bir kısmı deniz kenarında bir kısmı aile ortamında çekilmiş onlarca fotoğraf vardı; kimi yalnız, kimi eşiyle, kimi çocuklarıyla çekilmiş fotoğraflar… İkizlerin biri Melek, diğeri Merve’ymiş, eşinin adıysa Mehtap… 6 yaşındaymış ikizler ve küçük bir kasabaymış bu belde… Ege’ye kıyısı, Marmara’ya sınırı varmış buranın. Zeytin ve incir, bir de turizmmiş geçim kaynakları. Akşama kadar çaktırmadan araştırdı geçmişini. Biraz kasabayı gezdi, biraz komşularla sohbet etti filan. Akşam yine mükellef bir sofra hazırlamışlardı birlikte. Fırında balık yaptılar, bol sarımsaklı, fesleğen soslu makarna, bahçeden topladıklarıyla, sirkeli bir yaz salatası ve bir kase manda yoğurdu… En sevdikleriymiş, hep kendisi yaparmış ve çok güzel yaparmış, bunu öğrendi Hasan. İştahla yediler, neşeyle sohbet edip şakalaştılar. Biri kilimin üzerinde diğeri kanepede sızdı ikizlerin. Hasretle baktı yüzlerine, melek gibiydiler. Kucaklayıp taşıdı odalarına, besmeleyle, dualarla örttü üstlerini, öptü kokladı. Hanımeli, lavanta, fesleğen birlikte mest eden rayiha kokteyli sunuyordu. İçine çekerek uzandı çardaktaki eski kanepeye, yumdu gözlerini düşündü, düşündü…
Zaman sonra işlerini bitirip geldi Mehtap hanım, sokuldu yanına, “yıldızlara bak” dedi, “şu samanyolu, altın tozu serpiştirilmiş gibi nasıl ihtişamlı, uzansan dokunulacak gibi değil mi?”. “Evet” diye cevapladı sadece, mütebessim baktı yüzüne; omuz omuza sohbetle tamamladılar günü. “Seni bana veren Rabbime şükür” diyerek öptü elmacık kemiğinden, “çay koyayım” dedi, hürmetle doğruldu…
Merhamet dolu bir kadındı Mehtap,çocuğa, yaşlıya hayvanlara, düşkünlere anaydı. Farklı bir aurası vardı. Sürekli gülüyor, neşeyle bir şeyler anlatıyor, sonra küçük analizler yapıyor, sürekli fikrini alıyordu Hasan’ın, ya da namı diğer Serhat’ın. Hep teyakkuzdaydı ve üşenmeden hizmet ediyordu kocasına. Çay dolduruyor, pasta börek getiriyor, çekirdek çerez koyuyor, meyve soyuyordu kadın. Sevimli şakalarla şımarıyor, şirinlikler yapıyordu çocukça…
“Biz aşığız galiba” dedi içinden Hasan. Bu sevgiden öte bir hal. En uzak yıldıza baktı, “keşke biraz daha fazla hatırlasam” diyebildi…
Ve bir karar aldı kendince, hissettirmeyecekti, bilmemezliğini ve bilinmezliğini…
Günler, aylar geçti, huzur içinde. Evin arka kısmında büyükçe bir atölye yaptı kendine, küçük te bir çalışma ofisi… Tablolar, resimler yaptı yığınla. Kimini sattı, kimine kıyamadı bir türlü. Deneme ve şiir kitapları yayınlandı, namı yürüdü. Lakin mütevazı hayatından ödün vermedi hiç… İkizleri büyüdü, on altılı yaşlarında genç kız oldular. Bir kızı daha doğdu bir bahar akşamı, adını Reyhan koydular, öyle de koktu reyhan bebek…
Çok mesut ve mutluydu Serhat; sağlıklıydı, dünya iyisi bir hanımı vardı üzerine titreyen, üç te nur topu evladı… Her şey yerli yerindeydi çok şükür, tam istediği gibi. Küçücük kasabada, mütevazı evinde, küçücük ailesiyle yaşıyor; kışları sanatıyla, yazları ise, sıklıkla denizde, çoğu turistik eşyaları ve tablolarını sattığı mekanında, sair zamanlarda bahçesiyle ilgilenerek geçiriyordu günlerini… Zaman akıp gidiyordu ya, son on yılını hatırlıyordu ömrünün; ondan öncesi ise muamma…
Hava aydınlanmak üzereydi, namazlarını kılmış, tespih ve dualarını yapmışlardı ailece. Eşi ve çocukları, uyumuştu tekrar. O ise oyalandı, özel eşyalarını toparladı, tıraşını oldu, kuran okudu birkaç sahife. Takvime ilişti gözü, 14 temmuzdu lakin, tarihe dikkat etmedi, arkasını çevirip okudu dişlerini fırçalarken…
… “Bakara suresi 259. Ayette Yüce Allah: Yoksa ey insanoğlu, halkının terkettiği, çatıları yıkılıp harap olmuş bir kasabadan geçen ve “Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilir?” diyen o kişi ile aynı fikirde misin? Bunun üzerine Allah, onu yüzyıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata döndürerek sormuştu:”Bu halde ne kadar kaldın?” O da,”Bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım” diye cevap vermişti. Allah,”Hayır” dedi.”Bu halde bir asır kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak; geçen yıllar onları bozmamış ve eşeğine bak; biz bütün bunları insanlara bir ders olasın diye yaptık. Bir de şu insanların ve hayvanların kemiklerine bak. Onları nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün!” Bütün bunlar ona açıklanınca, “Şimdi öğrendim ki Allah her şeye kadirdir” diyordu, GÜNÜN AYETİ…
“Manidar” dedi, “tefsirini okumalıyım”… Bahçeye çıktığında, güneş bir mızrak boyunu geçmişti neredeyse. Çiçekleri suladı, tavukları yemledi, kedileri besledi, okşadı eliyle. Birkaç domates, birkaç biber kopardı, masanın üstüne koydu. Kaldırımı yıkadı, bahçe kapısına kadar. Bir hanımeli kopardı; kokladı, kokladı… Yürüdü çıktı bahçe kapısından…
Deniz, çarşaf misali durgun, gökyüzü pırıl pırıldı… Kimsecikler yoktu etrafta… Oturdu kumların üstüne, havlusunu yaydı. Uzun uzun izledi kasabayı; dağ, bayır, bahçe ve uçsuz bucaksız sahilini seyretti. Denize baktı dakikalarca, ufka daldı. İçinde tarifsiz bir huzur vardı lakin, bir kasvetli hüzün eşlik ediyordu duygularına. Dokunsan ağlayacak haldeydi, “hayrolsun” dedi, “hayrolsun”…
İhtimal yarım saat geçmişti böylece; güneş tatlı bir meltemle ısıttı sırtını. “Su çağırıyor beni” dedi, kalktı yürüdü… Ayakları suya değdiğinde, tüm bedeninde hissetti serinliğini, şükretti. Eğildi bir kez yıkadı yüzünü, sonra kollarını…
Kapattı gözlerini, tekrar yıkadı, bir daha yıkadı…
…….
Açtığında gözlerini, camideydi, en arka sırada bağdaş haldeydi. Bir eliyle kıvırmadaydı entarisinin kollarını, ıslaktı kolları… Vaaz kürsüsünden, o tok ve davudi sesiyle cümlesini tamamlamaktaydı alim zat, gözlerine bakarak. …“Zaman içinde zaman vardır, lakin inanmazlar varlığına, oysa gören de vardır, yaşayan da” dedi. Gülümsedi, tüm haşmetiyle sıcak bir tebessüm vardı yüzünde. Saatçi Hasan’a bakıyor “doğru mudur?” diye soruyordu, herkesin duyacağı avazda… Utandı, üzüldü, başını önüne eğdi, mahcup oldu, “Amenna” diyebildi Hasan; “Amenna”…
Devam etti münzevi, keramet sahibi gavs,… : “Bakara suresi 259. Ayette Yüce Allah: Yoksa ey insanoğlu, halkının terk ettiği, çatıları yıkılıp harap olmuş bir kasabadan geçen ve “Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilir?”… diye devam ederken, az önce takvim yaprağında okuduğu ayeti duyuyor olmanın dehşetiyle irkildi… Bir büyük hüzne garkoldu, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Etrafındakiler şaşkın bakışlarla izlediler Hasan’ı. Bilemediler neden ve nasıl bu denli etkilendiğini…
Cennet kokulu kızları tüttü burnunda. Veda edebilseydim, helalleşebilseydim keşke belli ki elestte kavilleştiğim yarenimle diye dövünerek ağladı….
Bilemediler, zaman içinde zaman, mekan içinde mekanın varlığını. Bilemediler, hangi hayatın gerçek, hangi alemin misal alemi olduğunu. Dinlediler lakin anlamadılar, vakti ve zamanı yaradanın nelere kadir olduğunu…
Şükürle hamd ile eda ederken namazını, rükuda ağladı, secdede ağladı, kıyamda ağladı Hasan…
Hep ağladı ömrünce ya, kimse bilemedi neden ağladığını….
Y.Ş.YÜCEL 13.02.2020