Zeytin kokusu, iyotla birleşirse; beyin, endorfin salgılar mı hocam?… (araştırılsın)
Tepedevrent’i aştığımda, saldığımda kendimi o tatlı yokuştan aşağı, uzaklardan göğün rengine denk, uçlu-bucaklı denizini görünce, üstüne “iyot-zeytin karışımı iksir”i, çekince içime; ne dert kalır, ne tasa dünyadan yana…
Öğlen aralarında, çok yorgun, üzgün ya da bitkinsem, evkuran sokaktan hal camisine, hamam sokağından, gözde balıkçı aralığına… Bir çırpıda sahil yoluna atarım kendimi. İki tur gider gelirim Budo iskelesine, poyraz yoksa, karayel hafifse, sıkı giyinmişsem veya; iliklerime kadar huzur, çene altıma kadar iyot dolar gelirim… Stres mi, sanırım sahilde kalırdı o vakit…
Mudanya bir terapi, bir huzur okulu, göğüne, denizine, zeytinine havasına müptelaysan… “Emekli olunca…” diye başlayan cümlelerin çoğu, “Mudanya’ya yerleşirim”le biter bizim buralarda… Zeytin mi çeker insanları, iyot mu. Yoksa karışımdan mütevellit, hormonal bir durum mu bilmiyorum ama; vakıa, güzel memleket orası…
Aslında, bir aşk hikayesi anlatmak istemiştim sadece, öyle sıradan bir şeydi anlatacağım. Lakin, bu sihirli atmosferin tasvirini vermeden, hikaye yarım mı kalırdı ne; bilemedim…
Mudanya yolu… Tepedevrent mevkiinden, Güzelyalı’ya kadar yol çalışması vardı. Tek şerit olan Mudanya yolu, bölünmüş yola dönüştürülüyordu ve pek uzun sürmüştü çalışma. Trafik, aralıklarla tek şeritten veriliyor, sıkışıklık, gün boyu devam ediyordu. Bense, vazifeme her sabah İnegöl’den gidip geliyordum. Trafiğe takılmadan işime zamanında varma düşüncesiyle, köy yollarını keşfettim. Kimi Göynüklü’den, kimi Yörükali’den kimi zaman da Aydınpınar’dan iniyordum..
Mevsim yaz başları ve hava, ve Mudanya, her zamanki gibi güzeldi ya; ben o gün fark ettim yol kenarında mini minnacık ve rengarenk boyalı köy evini… Acelem vardı ama, duraklayıp incelediğimde, merakım ve hayranlığımı artıracak detaylar doluydu ortam…
Hemen yol kenarında üçgen bir bahçe, ağaçlarla saklanmış, ahşap, yığma, kiremit çatılı, kırk metrekare ya var ya yok bir ev. Kapı girişinde doğal bir sundurma, evin renk cümbüşüne nazire, çiçekler; bahçede ise sanat eseri gibi dizilmiş, domates, biber, patlıcan, fasulye ve diplerine itinayla renk renk boyanarak sokulmuş sırıklar…
Burada enteresan bir hikaye var dedim içimden. Acelem vardı uğramadım ya, aklımdan da çıkmadı kaç gün…
Bir başka mesai dönüşü erken çıktım. Bir karpuz aldım manavdan ve köy yoluna girdim. Mudanya’ya yakındı ev. Uzaktan gördüm onu. Hemen kapının önünde ahşap masasına kurulmuş, kitap okuyordu kahramanımız. Usulca park ettim aracımı, karpuzu alıp indim. Eve doğru çıkarken selamlaştık.
“Size geliyorum” dedim. Yüksek perdeden ses tonuyla, özgüven ve samimiyetini kusursuz gösteren ifadesiyle buyur etti. Sandalye ayarladı. Eliyle masayı sildi. “Buyur, hoş geldin” dedi, kırk yıllık ahbap gibi…
Karpuzu alıverdi hemen içeri girdi. Ömer Hayyam okuyordu, eski bir kitap… Zayıf , uzun boylu, sarışın, çakır gözlü, İskandinav benzeri siması vardı. Neşeli, keyifli, temiz giyimli adam, yaşından beklenmeyecek hız ve çabukluktaydı.. Karpuzu keserken içerden seslenip konuşuyordu benimle. Bense, etrafı inceliyordum dikkatle. Doğallık vardı, estetik vardı, titizlik, ve sanat vardı evde, bahçede, her yerde. Kapı üstündeki lambanın muhafazası, bir konserve kavanozuydu örneğin; kapı kenarındaki askılar, çatal odundan oyulmuştu itinayla. Çabucak geldi. Karpuzun yarısını tabağa dilimlemiş, Diğer yarısını poşete koymuştu. “Bunu al dedi” “Ben yalnız bir adamım, kalır şimdi bu. İsraf olmasın”…
Saatlerce konuştuk…Doğrusu o anlattı ben dinledim. Fırtınalı eğlenceli bir hayat hikayesi vardı. İzmir’de bir kulüp işlettiğinden Barış Manço’dan Cem Karaca’ya, Sezen Aksu dan Ajda Pekkan’a fotoğraflarıyla belgesiyle bir çırpıda özetledi hayatını. Bir vesileyle yurt dışına kaçmak zorunda kaldığını, velhasıl İsveç’te karar kıldığını anlattı.
Orada yeteneğini keşfetmiş ve “güzel sanatlar” eğitimi almış. Yıllarca İsveç’te resim ve sanatla ilgilenmiş. Yerli bir kadınla evlenmiş, iki de çocuğu olmuş…
Çocuklar büyümüşler Avrupai mantıkla evden ayrılıp kendi işlerini kurmuş,evlenmişler filan…
– “Hayat o kadar monoton hale gelmişti ki, artık bir ertesi günü yaşamak anlamsız geliyordu. Sabah aynı vakitte kalkıyor, aynı arkadaş çevremle, aynı iş ortamıyla iştigal ediyor, her akşam çakırkeyf olana kadar içiyor, öylece sızıp yeni güne başlıyordum. Ben, deli dolu adamdım. Hiperaktif derecesindeydim Türkiye’de ben. Mizacıma hiç uymayan bir hayatı, otuz yıl yaşadım orada …
Bir sabah kalktım, eşime “ben dönüyorum” dedim. Anlamadı ne dediğimi.. Her gün uğradığım kafeye gittim. Arkadaşlarıma aynı cümleyi kurdum. Gülüştüler, alaya aldılar, inanmadılar… Çünkü İsveç gibi bir nezih ülkeden, özgürlük ve demokrasiden, bütün bu cazibeden kimse kurtulamazdı…
Bavulumu hazırladım; eşim inanamadı, anlam veremedi.. Hiçbir sorun yoktu oysa, sesimiz yükselmemişti birbirimize, nezaketle saygıyla bitmek üzereydi ömür…
Sorun tam da buydu halbuki…
Anlatamazdım içimdeki fırtınayı, anlatmadım da… Birkaç telefon görüşmesi yaptım, yasal işlemleri bitirip bir miktar parayı hesabıma aktardım. Geldim…
Otuz yıldan sonra, yetmiş yaşında bir ihtiyar olarak döndüğümde , Türkiye’de tapu kayıtlarında şahsıma intikal eden bu küçük ev ve bahçeden başka bir şey olmadığını öğrendiğimde, dünyanın en bahtiyar insanıydım.
Bir süre Ankara’da kaldım, otellerde yattım. Ve sonra buraya geldim işte…
Önce eve çekidüzen verdim. Sonra bahçeye el attım. Acele etmeden, keyfini çıkarta çıkarta…Teknolojik hiçbir aletim yok, aygaz ve buz dolabımın dışında. Her şey organik ve doğal. Evin üç odası var, biri yatak odası, diğeri oturma odası. Küçük odada yağlı boya resim malzemelerim var. Yapıyorum, hediye ediyorum, satıyorum; canım nasıl isterse öyle… Buradan geçenlerin dikkatini çekiyor bu münzevi halim. Sohbete, çaya geliyorlar. Gece üçte gelen bile var, çay içip sohbet edip gidiyorlar. İsveç kralından daha özgür ve mutluyum anlayacağın. Çocuklarıma, “bana ihtiyaç duyduğunuzda arayın. Diğer türlü aramak zorunda değilsiniz. Ben Allah’ın bana verdiği vazifeyi yerine getirdim size karşı. Bundan sonrasından sorumlu değilim. Siz de sorumluluk ve minnet duymayın” deyip vedalaştım. Aramazlarsa gücenmiyorum. Böyle yaşayıp gidiyorum” dedi. Sustu.
“Aşk” dedim, “sevgi” dedim, duruldu… Uzağa baktı, iç çekti…
“Çok yakışıklıydım, çok havalıydım, çok kadın sevdim, çok ta sevildim. Ama, ahir ömrümde tek bir kadına aşık oldum… İsveç’ten döndüğümde, bir süre Ankara’da kaldım. Otellerde yattım. Kendime bir hayat kurma telaşesindeyken , ömrümün en kıymetlisi, gerçek bir hanımefendiyle tanıştım…
Aşk, garip bir şey, kader de hakeza. Hastane koridorunda karşılaştık ve tanıştık. Emekli bir banka müdiresiydi.. Şekeri, tansiyonu, tiroidi ve birkaç kronik rahatsızlığı vardı.
Birkaç kez bir çay bahçesinde, birçok kez de hastane kantininde oturduk, sohbet ettik. Kimsesi yoktu. Kısa süren bir evliği olmuş, sonrası hep yalnızmış…
O konuşurken gözlerimi ayıramazdım yüzünden. Gözüme baktığında, ruhuma baktığını sanırdım. İçim titrerdi, ağlamaklı olurdum. Farklıydı ya, farkı neredeydi hiç bilemedim. Karşılıklı bir enerji oldu aramızda. Liseliler gibiydik. Hiç hissetmemiştim bu duyguyu, çok hayıflandım kaderin geç kalışına… Çok naifti, çok hanımdı ve psikolojik bir üstünlüğü vardı heybetiyle. Kendimi himmete muhtaç yavru kedi gibi gördüm onun yanında. Bakışı, gülüşü, neş’esi, mimikleri, endamı, küsmesi, şiir gibiydi.. Büsbütün “naz” dı, topyekün “süs” tü… Çok etkiledi beni. Ahir ömrümde yaşama sebebim oldu….
Günaşırı hastanedeydi, doğal olarak ben de… Ya muayene, ya tetkik- tahlil, ya kontrol; böylece devridaim oluyorduk…
Bir gün, “Sen, beni çok seviyorsun değil mi?” dedi, “evlenirsin de benimle”. Soğuktu, hüzünlüydü yüzü. Onu ilk defa böyle görüyordum. “EVET” dedim büyük harflerle… “ Ben de seni, senin aklının alamayacağı kadar çok seviyorum. Bana huzur veriyorsun. Yanında kendimi çok değerli hissediyorum. Açıkçası ömrümde ilk defa aşkı gördüm sende, aşkı tattım.” Sustu… gözleri doldu. “Lakin, geç geldin” dedi. Sen kanı kaynayan, yüreği canlı, kıpır kıpır bir insansın. Bense gördüğün gibi envai çeşit hastalıkla boğuşan bir yaşlı. Her gün ya rutin, ya acil hastanedeyim. Sana yaşatabileceğim bir güzellik yok. Bencillik yapamam, seni bu hayatın parçası yapamam. Sen özgür olmalısın. Yurt dışından dönüş sebebin bu değil miydi.” Dedi. Tekrar sustu… Yalvardım, diz çöktüm “yanında olmak bana huzur veriyor, şikayetçi değilim” dedim, dinletemedim… Asaletle kalktı, ellerimi tuttu, garip bir şefkatle öptü beni. “Hadi git; uzun yaşa, erken ölme” dedi ve gitti… “Hoşçakal”, düğümlendi boğazımda…
Öylece ayrıldım Ankara’dan. Aklım , ruhum, yüreğim, çok şeyim onda kaldı…
Aşk, orda olmayı gerektirmiyormuş onu da öğrendim zamanla…
Hüzünlendi, gözleri doldu, telaşeyle: “kalkayım, çay koyayım” dedi. Hüznünü aldım, yarım karpuzu aldım, vedalaştım…
Sık sık uğradım sonra. Farklı konuları da konuştuk ya çoğu zaman. Ama, bu sıradan aşk hikayesi kaldı hep aklımda…
y.ş.y (17 aralık 2018 )