Eymen kapısından girdi cennete, iki refakatçi meleğin arasında. Başı döndü, gözleri kamaştı ilk ziyasından. O ne müthiş manzaraydı. O anlatılan hiçbir tarife, hiçbir tasvire uymayan güzellik, o muhteşem sanat, ayan beyan karşısındaydı. Filbahri ağaçlarının incecik yaprakları omuzlarını okşadı hemen önünde. Birkaç zümrüt-i anka kuşu reverans yaptı rengârenk kanatlarıyla… Birkaç benekli bülbül uçuştu başı üzerinde, şarkılar mırıldandılar. Yol boyunca yemyeşil çimenler üzerine kusursuz serpiştirilmiş yaseminler, güller, allı morlu menekşeler gülümsediler. Papatyalar, ayçiçekleri selamladılar kendisini. İlahi koku mest ediyordu, yürüyecek takati kalmamıştı. Sarhoş gibiydi. Doyamıyordu bakmasına ve her saniye yeniden yaratılıyordu uçsuz bucaksız tabiat…
“Şurası senin” dedi refakatçi melek, tam karşılarında ışıldayan köşkü göstererek. Beyaz incilerden sütunları, kırmızı yakuttan duvarları, yeşil zebercet taşlarıyla bezenmiş çatısıyla ışıl ışıl parlıyordu sarayı. Gözü alabildiğine yeşil ağaçlar, altlarında derinden bir şırıltıyla akan kevser ırmaklarını gördü. Dünyada gördüklerine benzemeyen incir, zeytin, zeferan ağaçları, misk ve amberler, lü’le taşlarıyla kaplı zarif yollar, pastelinden zahirisine usulünce bezenmiş yemyeşil ormanları vardı. Bir ışık huzmesi, bir nur aydınlığı yaygındı mekânında; tatlı, ılık bir meltem okşuyordu ağaçlarını…
Eşini gördü rengârenk ipek şallar içerisinde. Otuzlu yaşlarında görünüyordu. Bütün dünyevi kusurlarından arındırılmış, ay gibi parlıyordu yüzü. Kelebekler konuyordu ellerine, minik dokunuşlarına gülümsüyordu. Bir cennet meyvesi sağ elinde, filbahri ağacının gölgesine oturmuş, an be an deveran olan tarifsiz manzarayı temaşa ediyordu hayranlıkla. Şeffaf bedenli nazende hurilerse onu seyrediyordu imrenerek. Onlarca hizmetçi melek vardı etrafında; emrine, niyetine amade. Gözünün içine bakıyorlardı. Onunsa mahzundu bakışları, bir arzusu vardı belli ki, meleklerin bile karşılayamadığı…
Kızını gördü, dünyada hiç görmediği… Neşeyle koşuşturuyordu. Gülizar, çimenzar, lalezar içinden çiçekler deriyordu. Hangisine baksa elinde oluyordu buket buket. Rengârenk kelebekler, bukle bukle saçlarına inip inip kalkıyor, şımartıyordu sarı saçlı, iri siyah gözlü, al yanaklı kızını. Hafaza melekleri fır dönüyordu etrafında? Elinde bir tutam çiçekle yanına geldi aniden, çekiştirdi eteğinden. Hadi, sen de gel artık, dedi cilvelenerek. Bayılacak gibi oldu adam. Eğildi, öptü kokladı, kokladı yavrucağını; ağladı, ağladı dakikalarca… “Bu koku” dedi, cennet, bu olsa gerek…
Hızla sıyrıldı kollarından ve şen şakrak koşuşturdu şefaatini adadığı annesine…
Karşı tepelerde daha ihtişamlı saraylar gördü. Bahçelerinde tefekkürle sohbet eden ulular, Cemal (c.c)in aksedişiyle kendinden geçmiş hanımlar gördü.
Adn cennetleri, Naim cennetleri, firdevs-i ala gösterildi kendisine; tek tek işaret edildi: Makam-ı Ali, Makam-ı İbrahim ve yücelerde pür nur Makam-ı Mahmut…
“Evet” dedi refakatçi melekler. “Yüce Allah, Rahim sıfatıyla kabul etti yarım yamalak yaptığın bütün ibadetlerini. Malının sadakasını, zekâtını, iyiliklerini iyi niyetlerini Ahsen-i kabul ile kabul etti. Salâvatlarının şefaatçisi de razı senden ve büyük günahların olmadığı için küçüklerini de affetti keremiyle”
Bu köşk ve bu mekân senin ilelebet, ancak A’rafta seni bekleyenler var, senden dünyadaki alacaklarını bekleyenler… Tekrar buraya dönebilmen için onlarla hesaplaşman, hemhal olman gerek. Yalnızca eşin yok aralarında, koşulsuz helal etmişti de dünyalık haklarını, af kapısından alındı cennete, sorgusuz sualsiz. Şimdi git, sevabından öde borçlarını ya da ikna et alacaklılarını”…
O ateşli güneşin altında kurulmuştu mahkeme, insan seliydi ortalık. Sıcaktan, beklemekten bunalmış, dehşete düşmüş insanlar, medet umuyor sağa sola koşuşturarak. Feryat, figan ediyor, kanlı gözyaşlarıyla yalvarıyor, pişmanlıklarını avazı çıktığı kadar haykırıyordu herkes. Kendi ekranına yaklaştı, yüzlerce insan ve canlı vardı etrafında onu bekleyen. Üzerine hücum ettiler, kimi yakasından tuttu kimi perçeminden. Her biri bir şeyler istiyordu bağıra çağıra. İnkâr etti… “Benim üzerimde kimsenin hakkı yok” diye haykırdı.
“Sakin olun” dedi Mahkeme-i Kübra’nın kasem etmiş meleği. “Burada zerre hak zayi olmaz. Burada fiillerin cezası, şiddetine göre değil, etkisine göre verilir. Kaydı var an be an levh-i mahfuzda, büyük diskte cümle ahvalinizin. İlahi adalet, kendi tecellisiyle karışmıyor sizin hesaplaşmanıza. Sizi, size bırakıyor, ta ki gönlünüz razı olana kadar”… Kimler yoktu ki bekleşen; tanıdıkları, tanımadıkları sevdikleri, sevmedikleri… Bir yavru kedi “bana tekme vurmuştun hiç hak etmediğim halde” diyordu. Bir koca ağaç, “lüzumsuz yere neden kesmiştin ki beni” diye serzeniş halindeydi. Yakın dostları vardı hiç beklemediği. Bilerek veya bilmeden kırdığı insanlar, sonradan fark ettiği (ona göre) küçük meseleleri konuşuyordu. Mesai arkadaşları, emrinde çalışanlar, yönetimindeki kusuru ve ihmali nedeniyle mağdur olanlar, onların akrabaları, gıybetini yaptıkları, malını bir vesileyle kendi tarafına geçirdikleri, selam vermedikleri, tebessüm etmedikleri, adaletsiz işlerinden mağdur olanlar… Uzayıp gidiyordu kul hakkı listesi.
Ekran açıldı, ayan beyan izledi hepsini; kimi utanarak, kimi şaşırarak… Karşılığını istiyordu her kul, ısrarla. Keşke dünyadayken bir hazır listesi olaydı kul hakkına giren işlerin diye hayıflandı, dövündü. Keşke, açık, kapalı uyaranları dinleseydim diye düşündü…
Bir sevaplarına baktı bir taleplere. Tümünü dağıtsa, karşılamıyordu görünen kul hakkını. Ne cenneti görebilirdi artık, ne biricik eşini, yavrularını, ne rızası için kurbanlar adadığı Mevlâsını.
Yalvardı günlerce, af diledi, gözyaşı döktü. Kızgın güneş altında koşuşturdu bir ona, bir diğerine…
Yavru kedi öne çıktı, ardından birkaç ağaç: “Biz hakkımızı helal ediyoruz” dediler, “küçüktü, aklı ermiyordu, kabul ettik.”
Diğerleri vazgeçmediler muradından, zira sevapları eksikti ve umudu dünyalık haklarındaydı her birinin. Oysa burası da imtihan yeriydi anlayana. Bu zor kararı kendi cüz-i iradesiyle verebilmek ne ulvi bir makamdır Allah katında bir bilebilse, fedakârlık yapabilse, helal edebilse hakkını birisi; kendisi de af olacak, tüm günahlarından azade…
Heyhat…
Dünyada nefsinin egosundan başka kaybedecek bir şeyi olmadığı halde; cömert, bağışlayıcı olamayana orada nasip olur mu bu makam?
Ya sen, ey yarım yamalak ibadetleri kabul olunan, musaddak, muhterem insan. A’rafta bin yıllarca gezinerek, sefih bir meczup gibi inleyip af dilememek, zerre miskal şaşmaz terazide ahretlik varını yoğunu kaybetmemek için KUL HAKKIna ne kadar dikkat etmeliydin değil mi…